İlk Yurtdışı Macerası: İtalya

ilk uçakilk vizeilk pasaportilk yurt dışıilk proje * ilk dans


Salgının bizleri eve kapattığı şu günlerde yarım kalan işleri tamamlamanın vakti gelmişti. Kim bilir belkide bu yazı gibi beş yıldır yazacak çok şey ertelemişimdir. İtalya uğurum oldu ve devamında birçok ülkede bulunma şansım oldu. O yüzden ilkler unutulmaz diyor ve başlıyorum :)

10-17 Nisan 2015 - İtalya
Proje Derken?
Farklı ülkelerden gelen gençlerin, kendi kültürel değerlerini tanıtarak ve etkinlikler düzenlediği AB destekli bir projeydi. İtalya'nın ev sahipliğini yaptığı bu projeye: Portekiz, Bulgaristan, Romanya, Litvanya, Letonya ve Türkiye'den temsilciler katılıyordu. "Set A Place Your Table" isimli bir bu projenin Türkiye ortağı ise gönüllüsü olduğum IYACA ve katılımcıları biz olmuştuk.

Proje kapsamında ise ulaşım, konaklama, yeme-içme, eğitim malzemeleri, vize gibi temel masraflarımız belirli koşullar dahilinde karşılandığı için bize sadece pasaportumuzu almak ve kişisel harcamalarımızı karşılamak kalmıştı. İşin en güzel tarafı ise yabancı dilinizi bir sınav sonucu ile belgeleme şartı yoktur. Ancak dil konusunda yetkin olmak her zaman avantaj sağlar. Bunun gibi birbirinden farklı birçok proje vardır ve katılmak isterseniz IYACA başta olmak üzere Eurodesk temas noktaları veya AB projeleri ile ilgilenen birçok sivil toplum kuruluşundan destek alabilirsiniz.

Proje Afisişimiz
Yeri gelmişken şunu da söylemeliyim: ilgilerinize, becerilerinize, değerlerinize, uğraşlarınıza yönelik bir alanda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşuna destek olarak, zamanınız uygun kısımını gönüllü çalışmalara ayırın. Karşılık beklemeden elinizden geldiğince destekte bulunarak hem kendinizi geliştirecek hem de topluma faydalı bir birey olacaksınız. Güzel bir dünya için paranın satın alamayacağı değerleri elde edeceksiniz.

Vize Sancısı Nedir Bilir misin Abidin?
Projeye kabul edildikten sonra grubumla tanışarak neler yapabileceğimizi planladık. Şimdi işin en stresli kısmına gelmiştik, vize. İlk defa vize alıyor olmanın heyecanıyla düştük yollara. Davet mektubu, maaş bordroları, mülkiyet varlığı, hesap hareketleri, sgk belgeleri derken neler yoktu ki verdikçe veriyorduk. Bir de bankada para da görmek istiyorlardı, sağ olsun Serdar abi ve dostum Savaş'ın desteğiyle onun da üstesinden gelmiştim.

İlk vize demek, "hamile eşinden gelen telefonu bekleyen koca olmaktan farksızdır, hele ki uçak biletini almak için -vizeniz onaylandı haberini- bekliyorsanız"... 


Yolculuk Başlasın, Tren Macerası
Büyük gün gelmişti, Atatürk Havalimanı'nda bagajlarımızı teslim edip gıcır gıcır pasaportuma ilk kaşesini vurdurarak başlamıştık. Bu seyahat aslında ilk uçuş deneyimimdi... Alitalia havayolları ile: İstanbul'dan Roma, Roma>Bari yapacak, Bari'den kalkan son trenle Ostuni'ye giderek Serdar abiyle buluşacaktık. Sonra da birlikte Francavilla Fontana'daki proje yerimize arabayla gitmiş olacaktık. İki arkadaş yeşil pasaportlu olmanın verdiği avantaj ile biletlerini farklı zamanda aldıkları için Roma'dan sonra grubumuz ikiye bölünmüştü. Buradan sonra Çağatay ile birlikte devam ediyorduk.

Bari Metro İstasyonu
Bari'ye geldiğimizde çabucak Ostuni'ye giden trene binmemiz gerekiyordu. Saat geç olduğu için gişeler kapalıydı. Biz de bilet otomatını kurcalarken, yan tarafta bekleyen adam sağ olsun bize yardım ederek bileti almamızı sağladı. İtalyanlar ne kadar yardımsever diye söyleniyorduk ki otomatın verdiği para üstü bozuklukları gösteren İtalyan "bu bozuk paralarla sizin için kahve içebilirim dedi", neyse artık bizde teşekkür edip verdik.

Şimdi hangi rayda beklememiz gerekiyordu bilmiyorduk. Bilet açıklaması yetersizdi ve yerel halktan İngilizce bilen de yoktu. Eğer treni kaçırırsak bekle yarını. Çevredikelere sorduğumuzda birisi sağı diğeri de solu gösterince  iyice kafamız karışmıştı. Şimdi İtalya'daki sistem, TCDD trenleri gibiyse yanmıştık...


Tren Kalkıyorrrr
Tren saatine yaklaştığında üniformalı biri geldi, meğer bizim trenin görevlisiymiş. Şansımıza İngilizce bilmiyordu ve kağıda yaz-çiz derken bir şekilde anlaştık. Bindik ilk vagona. Yine de belirsizlik devam ediyordu ve makinistin bindiğini görünce, Çağatay hemen İngilizce anlaşmaya çalıştı. Makinistin de İngilizce bilmediğini görünce, iş başa düşmüştü. Hemen yaz çiz derken, hangi saatte orada olacağımızdan, rotadaki durakların ismine kadar öğrenmiştik. 

Tren ilerlerken geçtiğimiz durakları elimizdeki harita ile kontrol ediyorduk, olur ya gece gece rezil olmayalım diye. Her şey yolunda gidiyor, iki durak kalmıştı derken, Serdar abiden telefon geldi. Planın değiştiğinden ve Brindisi durağında inmemiz gerektiğini söylüyordu. Plandaki Ostuni'den 2-3 durak sonra inmeliydik. İşte şimdi b*ku yedik diyordum Çağatay'a, tren Brindisi'ye de uğruyordu fakat bileti Ostuni'ye aldığımız için ceza yiyebilirdik (min. 50 € girecekti). Mecbur gidecektik... 

Türk aklı hemen plan yapmaya başladık Ostuni'ye gelince, anlamadık diye salağa yatacaktık. Tren Ostuni durağına geldiğinde biz hiç bozuntuya vermeden oturuyorduk ki bir de ne olsun makinist kontağı kapatıp bizim yanımıza geldi. Ostuni burası, istediğiniz durağa geldik, burada ineceksiniz gibi kendini ifade etmeye çalışıyor. Anlıyorduk anlamasına da bizim planın değiştiğini, Brindisi'de ineceğimizi gel de anlat. Yine yaz çiz derken makinist anlamış gibi yapıp kamarasına gitti, treni çalıştırdı, hareket edince derin bir nefes aldık.

Şans ya bu seferde görevli geldi. Siz niye inmediniz? Ostuni durağını geçtik! gibi şeyler anlatmaya çalışıyor. Bir de bu adama anlat derdini. İşin kötü tarafı, cezayı yazacak adam buydu. Yine başladım yazmaya çizmeye derken, adam "Ali Şen'in terazi başındaki sahnesi gibi, tek gözüyle süzerek bir bakış attı". Şimdi çuvalladık, ceza geliyor derken, "o zaman bilet farkını ödeyeceksiniz" deyince sevinçten uçuyorduk. Neyse farkı ödedik, adam para üstü bozuk (50-60 cent) çıkışmadığı için bulmaya gittiğini söylerken "No Problemler"  havada uçuşuyordu. Nihayet Brindisi'ye ulaşarak proje lideri İtalyan Carmen ve Serdar abiyle buluşarak Francavilla Fontana'ya geçtik. Bu arada Carmen de harika bir insandır. Türkçe'yi  B1 seviyesinde, küfürleride C2 seviyesinde biliyordu. Helal olsun vurgusuna kadar öğrenmişti.

Proje Maceralarına Gelelim!

Yensin İçilsin
Projenin ilk günkü kahvaltısını bir İtalyan edasında fırından yeni çıkmış Cornettolar (kruvasan) yiyerek başladık. Her gün kahvaltıyı farklı katılımcılar hazırlayarak kendi yemek ve kahvaltı kültürlerini diğerlerine tanıtmış oluyordu. Yedi ayrı ülkenin yer aldığı bu projede çok farklı lezzetler denediğimiz tartışılmaz bir gerçekti. Peynirinden ekmeğine kadar bambaşka lezzetler tadıyorduk. Tabii ki Vedat Milor'luk yapacak halimiz yoktu, sadece eğlencemizin derdindeydik. Damak lezzetinize aykırı bir lezzetle karşılaştığımızda ise yiyormuş gibi yapıp çaktırmadan kaybetmek gerekiyordu. Eğer ikram eden kişi, gözlerini dikip yorum beklerse işte o zaman yandınız, ağzına atıp "Hımm mmm Delicious" demekten başka çareniz kalmıyordu. Sevdiğinizi düşünerek biraz daha ikram ederlerse, Allah yardımcınız olsun derim.

Yemeklerimizi Yediğimiz Mekan

Sıra bizlere geldiğinde, kruvasan kahveyle çekilmez bu hayat diyerek isyan başlattık. Arkadaş kahvaltı bir kültürdür, donatın şu sofrayı havasında, kuğu gibi uçuyorduk ortada. Bizim Serhat'ın eli marifetli olduğundan menemeninden kahvaltı tabaklarına coşturuyordu ortalığı. Bir çeyizlik kahvaltı takımımız eksikti, o kadar önem veriyorduk :) Tabi o kadar moka pot arasından çaydanlık bulamayıp, tencerede çay demlemiş olabiliriz :)

Makarna atölyesi vardı sırada, bir de buranın yerel halkından teyzeler gelip yaptıracaktı. İtalya'nın makarnasını öğreneceğiz diye heyecanlandık. Gelen teyzeler, bizim annelerimiz gibi kare makarna, erişte vari şeyler yaptığını görünce şaşırdık kaldık. Bilseydik Ankara makarna getirirdik. :)


Siesta 
Lezzetli bir öğle yemeği yedikten sonra şöyle bir etrafı gezinelim diye dışarı çıktık. Etrafta bir Allah'ın kulunu bulamadık. Birkaç cafe dışında esnaflar bile dükkanları kapatıp gitmişlerdi. Sokağa çıkma yasağı geldi deseler, inanırdık. Burası tipik İtalyan kültürünü göreceğiniz bir yer olduğu için herkes Siesta yapmaya gitmişti, ta ki gün batımına doğru döneceklerdi. Her ne kadar Roma gibi büyük kentlerde Siesta kültürüne daha az rastlasak da burada görme fırsatı bulmuştuk.

Radyo Programı Ziyaretinden

Hani Kahve Gelecekti?
Yine bir gün öğle yemeği sonrası kahve içmek için gruptaki diğer arkadaşlarla tarihi meydandaki bir cafeye oturduk. Menü geldiğinde, yanımızdaki Portekizler, İtalyancayı zaten kardeş dil gibi anlıyorlardı; Bulgar ve Romanyalılar az çok kestiriyordu. Bizim işimiz o kadar kolay olmayınca en sağlamı Espresso istedim. Sıra diğer arkadaşımıza geldiğinde kendinden emin bir şekilde aşina olmadığımız bir şeyler istedi. Serhat da güzel bir şey istedi herhalde diyerek aynısından istedi. Neyse herkesin içecekleri gelirken bizim bu arkadaşların önüne ne gelse beğenirsiniz, kruvasan. Bunlar şaşırdılar tabi. Siparişi veren arkadaş bu kahve değil miymiş ya diye mırıldanarak, üstüne bir de kahve siparişi verdi. :)

Akşamlar
Akşam yemeği sonrasında hemen her gün eğlence vardı. Bir akşam rock konseri için beklemeye koyulmuşken yandaki binada analog makine fotoğrafları sergisini görünce, davetleri üzerine, ben de aralarına karıştım. Sergi sahibi ile çat-pat bir şeyler konuştuktan sonra çıkıyordum ki fotoğraf hediye etmesi beni mutlu etti, Grazie. Biraz da sokakları keşfettikten sonra gece başlasın.

Her gün planda akşam eğlencesi olsa da geceler de bir şeyler yapmak istiyorduk. Bizim Serhat gelirken sağ olsun yan flütünü de getirmişti. Kaldığımız yerin güzel bir terasında huzur veren ezgileriyle eşsiz zamanlar geçirmiştik. İtalyanların zeytinleri ile meze yapıyor, acıktığımızda da çaktırmadan Bulgarların sızdırmasını  araklayıp kavuruyorduk.

Bu Tuvaletse, Ya bu ne?
Şimdi ilk defa yurtdışında olmanın sizi nasıl bir belirsizlikle karşılaştıracağı belli olmuyor. Kaldığımız yerde ilk gün Serhat tuvalete girdi sonra çıkıp beni çağırdı bu nedir diye soruyor. Bir tane klozet, bir tane de lavabo benzeri sıcak suyu bile olan çeşmeli klozet vardı. Şimdi 4 adam bir araya gelip, aşağıdaki fıkra gibi fikir üretmeye başladık. Katolik olmasalar abdest alıken ayak yıkıyor diyeceğiz. Serhat: belki duş almak için kova gibi kullanıp tasla yıkanıyorlar diye beyin yakarken bizim Carmen'den öğrendik gerçekleri. Birinde s*çıyor sonra kalkıp diğerinde g*tünüzü yıkıyorsunuz. Bu işi tek kalemde çözmek için bizim Türk zekasına ihtiyaç olacağı aklıma gelmezdi. :)

Fıkra Zamanı
Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet bir araştırma için arazide bulunurken birden yağmur bastırır. Hemen yakındaki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için aralarından ayrılır. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 metre kadar yukarıda, taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.

- Kimyacı, "Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış";
-Fizikçi, "Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş";
- Jeolog, "Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangin olasılığını azaltmayı amaçlamış";
- Matematikçi, "Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış";
- Antropolog, "Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarıya kurmuş".
Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarıda olmasının nedenini sorarlar.
Adam cevap verir:
- "Boru yetmedi."

Şarap Macerası :)
Bir gün İtalya'nın malum kaliteli şaraplarını incelemek ve yerinde görmek için proje kapsamında teknik bir gezi düzenlendi. Tarlaya girip asmaları incelemekten başladık, fabrikadaki şarap mahzenlerine kadar üzümün  her türlü halini gördük, dinledik. Son olarak da değişik üzümlerinden yapılan kırmızı, beyaz, eski gibi farklı şarapların olduğu şık bir masa karşıladı bizi.

Masanın etrafına dizildik ve dolu kadehlerden birisini kaptık Serhat ile. Bir taraftan öğlenin yakıcı sıcağında susamış diğer taraftan da o kadar incelemenin sonucunda tadına bakmak için aşeriyorduk. İkimizde de yarım İngilizce olduğu için eksperin söylediklerine değil de şaraba odaklanmıştık. Neyse o bir şeyler anlatırken dayanmadan kadehi diktik. Ama ters giden bir şeyler vardı, kimse içmiyordu. Hemen arkadaşa ne kaçırdığımızı sorduk, o da eksperin şarap kalitesini anlattığını söyledi. Neyse hemen birer kadeh daha doldurduk, diğerleri gibi adamı dinlemeye başladık. Aklımız hala diğer şişedeki şarabın tadına bakmaktaydı. Eksper konuşmasını tamamlayarak şarabı yudumlamaya başlayınca, iftar topu atılmış gibi kadehi yuttuk. Meğerse ağızda çalkalayarak sertlik ve aromasını anlamaktan bahsediyormuş. Neyse bozuntuya vermeden bir kadeh daha doldurduk, bu sefer yavaş gitmek için söz verdik birbirimize. Herkesin  içmeye başladığını görünce biz de dibini gördük tabii :)

Sıkışınca etrafta tuvalet ararken, tellerin arkasından bizi saldıran köpeklerle bizim Serhat tatlı tatlı konuşmaya başladı. Köpek iyice deliriyordu sonra anlamıştık durumu, İtalyan köpeği Türkçe bilmiyor diyerek uzaklaştık. :) 

Havada hiç mi bulut olmaz, güneş tam tepeden vuruyordu beynimize. Yavaş yavaş kıvama gelmeye başlamıştık. Baktık güzel bir gölge var, serinlemek ve kendimize gelmek için hemen oraya yöneldik. Ben kaldırıma çöktüm, bizim Serhat ayaktaydı. Dikilmekten yorulmuş ağaçtan destek almak için elini attı ama dokunmasıyla elini çekmesi bir oldu. Ne olsa beğenirsiniz, bizim ağaç kaktüsmüş. Şarap fabrikasının bahçesine kaktüs mü ekilir arkadaş :) :)

Neyse kendimize geldikten sonra masada açılmamış iki şişe şarap kalmıştı. Kaliteli, eski ve kırmızı olanı gözüme kestirdim. Alsam ayıp olur mu acaba diye düşünüyordum ki o ara Fuat lakabını taktığımız Bulgar geldi. Bakabilir miyim dedi, evet dedim, verir vermez cebe attı ibne. Neyse bize de beyaz şarab kaldı artık.

Ortalık hareketlendi, otobüse biniyorduk ki Serhat bir an kayboldu ortalıktan. Ben onu arıyordum o da beni arıyormuş. Birbirimizi bulduğumuzda, biraz da şarabın yumuşaklığıyla, babasını arayan bir çocuk gibi bakınıyorduk birbirimize. İşte orada başladı dostluğumuz ve "Baba" kavramı. Sonrasında birbirimize baba diye hitap etmeye başlamıştık.


İlk Dans
Akşam yine eğlence vardı, bu sefer oranın yerel bir müzik grubu hazırlıyordu. Dışarıdan misafirlerimiz de vardı. Fabrikadan aldığımız şarabın tam zamanıydı,. Fuat ibnesi çökmesin diye kenara zulaladık, Serhat'la gelip şaraptan içiyor sonra tekrar eğlenceye karışıyorduk. Eğlence güzeldi ama dans denildiğinde hayatta beceremediğim, uzak kaçtığım nadir işlerden biriydi. Ne bel kıvraklığım vardı ne de yapacak cesaret. Tabi bizim kutsal şarabın etkisiyle kendimi Romanyalının kontrolüne bırakmıştım. Umarım tape'lerimiz çıkmaz kimsede :)

Tabii o gece konakladığımız yere döndüğümüzde bu şarap az geldi, hiç etkilemedi, ekstradan birşeyler mi içsek diye düşünüyorduk. Sonra, saat geç olduğu için açık yerler uzakta olduğunu hatırlayarak vazgeçtik.  O ara İtalyan bir arkadaş bir bira ikram etti, bende Serhat'a sordum, içerim deyince ona verdim. Neyse sonra odaya gidip yatışa geçtik. O ara Serhat tuvalete girmişti. Ben çok sürmeden sızmışım, başka arkadaş uyuyamamış bizim odamıza gelip, beni uyandırdı. O ara baktım bizim Serhat tuvaletten çıkıyor. Meğerse bizim şarap  o kadar sağlam etkiliymiş ki adam yarım saattir klozette uyuyormuş. Pencereden cereyan yapmasa uyanmayacak. Bu hikayesini anlatmamda hiç sakınca görmeyen adam gibi adam işte Serhat. :) 


Kültür Geceleri (Özledim...)
Projelerin en sevdiğim aktivitesi şüphesiz ki kültür geceleridir. Katılımcılar, kuruluşlarını, ülkesini, kültürünü, danslarını, yemeklerini vs. anlattıkları sunumlar, danslar ve ikramlardan oluşan bir aktivite. Her ülke kendi masasını kurarak, kendi ülkesine özgü: yiyecek, içecek ve hediyelikler takdim ederler. Biz de lokum, baklava ayran, rakı, fındık, kartpostallar, anahtarlıklar, nazar boncukları vs kültürümüzün ögelerinden oluşan bir masa hazırlamıştık.

Herkes sunumu tamamladıktan sonra parti başlar. Folklorik danslarla birlikte masalar ikramlara açılır ve yensin içilsin eğlenilsin moduna girer herkes. Tabi alkol gırla, Romanyalıların Palinkasını shot atıp birkaç rom çikolatayla taçlandırdıktan sonra alçak irtifa ile Portekizlilerin masasındaki Liköre yönelir, oradan da dikey kalkışla Letonyalıların masasına düşer, birkaç isli peynir atıp sahneye iniş yaparsınız, şimdi dans. Müzik biter bitmez soluğu Bulgarların Rakiasında alır, Litvanyalıların Hitit kolyesi gibi Krakerleriyle gömdükten sonra birkaç baklava atar sonra da Rakı kadehi ile dans ederek SpaceX gibi yükselirsiniz. Bu yükselişi Elon Musk görse kıskanır. Tabi her zaman aynı yoldan gider ve krakerleri ihmal ederseniz, kara deliğe bırakmanız gereken bir şeyler olabilir.  Bu romlardan bolca doldurun cebinize, şekeriniz düştükçe yersiniz. :) 

***Bu gecede her ne kadar çılgınlar gibi eğlensekte, asıl kritik noktalardan birisi de Türklere karşı ön yargıları kırdığımız yer burası. Evet 21. yüzyılın Avrupasında hala bizim deveyle gezdiğimiz, iki-üç kadınla harem hayatı yaşadığımız, Bedeviler gibi giyindiğimiz, demokratik olamayacağımız gibi yüzlerce ön yargıyı ve nefreti barındıran kişilerle karşılaşabiliyorsunuz. İşte bu gece, önyargıları kırıyor, ülkemizin turizm potansiyeline ilgi uyandırıyoruz...


Kasaba Meydanında Dans Etmek ve Şarkı Ezberlemek
Evet, en çok burada zorlanmış olabilirim. Proje kapsamında bizden "Aggiungi Un Posto A Tavola" şarkısını ezberlememiz ve eşliğinde kentin meydanında dans gösterisi yapmamız isteniyordu. Şarkının girişi vaftiz törenine başlayacak gibi ruhunuzu bir ürperterek, geri basın anlamazsınız siz Serhat ve Erdinç diyordu adeta. Herkes şakır şakır söylerken ikimiz bir türlü ezberleyemiyorduk, ezberlesek ritimi tutturamıyorduk. Topçu Zafer Marşı bile bundan daha kolaydı :) Baktık olacak gibi değil cümlenin son kelimelerini ve nakaratlarını ezberlemeye başladık. Söylerken ağzımızı kıpırdatıyor, son kelimeye (Secolaaaaa, Tavolaaaaa, Piuuuu) gelince de olabildiğince bağıra bağıra söylüyorduk. Neyse ki bu şekilde arada kaynadık :) Şarkı ezberlemek yetmiyor gibi bir de grupça dans gösterisi yapacaktık. Geçmişi kurcalasak en son dansım 23 Nisan etkinliklerine gider arkadaş. Neyse ki kasaba meydanında dans gösterisi de yaptık da kurtulduk :) Saç kurutma makinasını unutuğum için o gün saçlarımı vantilatörle kurutmuştum, rezil olduk sosyeteye. :)

Franca Villa Fontana Saat Kulesinin Olduğu Meydanda Dans Gösterisi

Kültürel Kaynaşma
Proje boyunca diğer kültürden insanlarla etkileşime girerek, ortak ve farklı yönlerinizi keşfediyorsunuz. Konuşulan diller arasındaki ortak kelimeleri tesadüfen yakaladığınızda ilk zamanlarda şaşırıp kalıyorsunuz. Kahvaltıda Bulgarlar size kaşar doğrayıp kaşkaval diye getirebiliyor, Romanyalılar meyve reçellerini kültürlerinin önemli bir parçası olarak ikram edebiliyor. Bir tencere dolusu kuru fasulyenin tek farkının domuzlu olması olduğunu görebiliyorsunuz. Anlaşılacağı üzere her ne kadar siyasi sınırlar olsa da ortak geçmiş ve etkileşimler varlığını küçük değişiklerle devam ettiriyor.

Diğer taraftan başka kültürlerle aynı çatı altında bulunmak, dünyaya farklı pencerelerden bakmak için büyük fırsat sunar. Ön yargılarınızı yıkar, edindiğiniz deneyimlerle yargılara ulaşırsınız.

Bizler pasaport, vize, uçak bileti gibi onlarca şey ile uğraşıp, 20'li yaşlarımızda projeye katılarak, akranlarınıza fark attığımızı düşünürken, Letonyalı birisinin 14 yaşında projeye katıldığına tanık olduğunuzda, yaşamınızda sorgulayacak uzunca bir listeniz vardır... Ya da bir vejeteryan ile karşılaşarak onun penceresinden bakarsınız canlı dünyasına. İşte bunun gibi çokça fırsat sunulmuştur size.




Francavilla Fontana'ya Dair

35 bin civarı nüfusuyla, saat kulesi, kilisesi, belediye binası, kalesi, taş binaları, taş kaplamalı sokakları ile kendine özgü dokusuna hayran kaldığım, Brindisi'ye bağlı İtalyan beldesiydi. Her ne kadar betondan yapılmış evlere rastlasanız da kendi doğasına ait kalkerli taşlar ile şirin bir kent vardı karşınızda.

Yapılarda ve sokaklarda taşıdıkları mimarı kaygıyı, temizliği ve estetiği gördüğümde neden bizde olmadığını soruyordum kendi kendime. Evet bizde parasızlığın etkili olduğu konularda var ama bir ahır ile yaşadığı evi üst üste inşa etmek maddiyatla ilişkilendirilemezdi. Ya da molozunu bahçesinin dışına dökerek temizlik yaptığını sanmak fakirlikten  kaynaklanamazdı. Bu projeden sonra Avrupa'nın diğer önemli kentlerine gittiğimde de hep bu manzarayla karşılaştım. Derme çatma çingene işi değil de özenle yapılmış köyler, beldelerle karşılaştım. Bu kültürün bizlerde olmadığına üzülüyorum...

Etrafta bir başka dikkatimi çeken şey de dini bir kutlama için hazırlıklar yaptıklarıydı. Katolik olmanın gereği dinin günlük yaşamda etkisi olduğunu düşünüyorum. Mesela belediye binalarına girdiğimizde tavan süslemeleri ve resimlerine baktığımızda kiliseyi andıran süslemeler vardı.

Buradaki nüfus gördüğüm kadarıyla 40 yaş üstünde toplanmıştı. Giyimleri kuşamları her ne kadar klasik olsa da bazı dar paçalı, slim fit İtaltyan tarzını yansıtan kişilerle de karşılaştım. Mesela buranın gençliği apaçi tarzı dediğimiz, aşırı taşlanmış, yırtık, salaş, bol veya çok dar kıyafetleri seviyor olmaları şaşırttı.

İtalyanların trafikteyken yaya üstünlüğü korumaları gerçekten beni etkiledi. Karşıya geçmek için beklediğinizi gördükleri anda araçlar durup size yol veriyordu. Ülkemizde ender rastlanan güzel bir duyguydu trafikte yaya olmak. Bir başka izlenimim de Avrupa'nın her yerinde olduğu gibi burada da Afrika milletleri işportacılık yapıyorlardı. Avrupa'ya gitmek isteyen Afrika milletleri ilk olarak soluğu İspanya, İtalya ve Fransa gibi ülkelerin güney kıyılarında aldıkları için küçük bir yer olmasına rağmen Francavilla Fontana'da da karşılaşıyorduk. Hatta 2-3 yıl boyunca çok severek kullandığım bir gözlüğü bu adamlardan 5 €'ya almıştım. 



Brindisi Gezisi
Projenin son günü Francavilla Fontana'nın bağlı olduğu Brindisi şehir gezisi vardı. İtalyan çizmesinin topuklarında geziniyorduk. İhtişamlı bir kilisesi, tatil köyü izlenimi veren sahili ve askeri bir üssün olduğu şirin bir İtalya limanıydı. Kent her ne kadar beton yapılardan oluşsa da şehir merkezi bizim eski Roma antik kentlerini andıran yapılar görüyordunuz. Tek fark, restorasyona uğramış, onarılmış olmasıydı. Belli ki tarih boyunca çok savaş atlatmıştı.

Gezinirken hem bir şeyler atıştıralım hem de İtalyan lezzetleri tadalım diye pastahane benzeri yere girdik. Bizim su böreğini andıran içinde sebze veya et ürünlerinden oluşan börekler dikkatimizi çekmişti. Domuz var mı yok mu bilemediğimiz için garanti olsun diye sebzeli gibi duran bir börek seçtik, adına da ıspanaklı börek dedik artık.

Zaman ilerledikçe karnımız acıktı baktık bir İstanbul Kebap var sevindik gittik Pakistanlı çıkınca geri vazgeçtik. Sonra süpermarkete girdik Poaça benzeri bir şey dikkatimizi çekti ama içinde domuz var mı merak ediyorduk. Görevlide İngilizce bilmeyince, bizim Serhat domuz sesi ve beden diliyle işi çözdü, adamla anlaştık. :) Oradan İtalya'ya gelmişken bir de pizza yiyelim diye sahile gidip orada güzel bir mekana oturduk. Pizzanın zeytin yağıyla şımartıldığı bir yerdi. Tabi burada hesaba ödemeye gittiğimde fatura beklenenden fazla gelmişti. Şimdi olayın ne olduğunu merak edip adisyon istedim. Haliyle her şey İtalyanca. Anlamaya çalışırken işte buldum diyerek, bu şey neyse biz almadık diye anlatmaya çalışıyordum. Nihayetinde olay anlaşıldı, adamın mekanında masa kullandık diye ücret veriyormuşuz, bu da yetmez deyip bahşişi de peşin kesiyorlarmış. Abi biz Don Corleone'un yeğenleri oluruz desek fayda etmeyeceği aşikardı... :)

Buradaki şehir turunun ardından Francavilla Fontana'ya dönüp sabahına ayrılmak yerine, buradan direkt Bari'ye de giderek gezmek istedik. Garip duygulara girerek vedalaştıktan sonra, Serhat, Çağatay ve ben Brindisi tren istasyonundan binerek Bari'ye doğru yol aldık. Zeytinler, incirler, makilikler derken Akdeniz filmi seyreder gibi gidiyorduk. Bari'ye ulaştığımızda hava kararmak üzereydi.


Bari Sokakları
Burası Brindisi'ye göre daha büyük, daha gelişmiş büyük bir liman kentiydi. Uluslararası gemilerin uğrak duraklarından birisiydi. Etrafta daha yüksek katlı binalar, heykellerle süslenmiş daha ihtişamlı yapılarla da karşılaşmıştık. Brindisi'ye göre daha sosyal ve gelişmiş bir yerdi.

Geze geze yorulmuştuk artık gezmeyi yavaşlatıp "free wifi" yazan cafe aramaya başlamıştık. Bir ara Serhat, tuvalete gidelim dedi. Etrafta arayıp bulamayınca cafenin birisine rica etmek için girdik. İngilizce olarak kendimi anlatmaya çalışıyorum, onlar da İngilizce bilmedikleri için anlamaya çalışırken, Serhat dayanamadı sıkıştım dercesine olduğu yerde işeme gibi silkelenince, kadın anladı, hemen tuvaleti tarif etti. İki saattir kendimizi boşa yormuşuz, Serhat 3 saniyede çözdü işi. :)

@serhatpekcan
Gün boyu Brindisi'yi gezmenin yorgunluğuna bir de bura eklenince hepimiz haşat olmuştuk. Sonra sahile doğru gidip ihtişamlı tiyatro binası yakınında manzarayı seyretmeye koyulduk. Derken Serhat çıkardı flütünü başladı çalmaya. Oradan gelip geçenler de ilgi göstermeye, iltifat etmeye başlayınca, hemen olayı sokak müziğine çevirdik. Her ne kadar Çav Bella ile millete mehteri vermiş olsak da para o kadar çıkmadı. İyi taraftan bakarsak neyse ki Mussolini yandaşları saldırmamıştı. :)

Akşam yemeği için bir yerler bakınırken, İstanbul Kebap yazan bir yer gördük. Hem uygun fiyat hem de sıkça yediğimiz dönerden on gündür ayrı kalmanın özlemiyle, girdik içeri. Yanlış hatırlamıyorsam Bingöl'lü bir abimizdi, sağolsun samimi bir sohbeti vardı kendisinin.

Biz yemeğe geçerken ilginç bir şekilde sokaklar bir anda boşalmıştı. Dönerci abiye sorduğumuzda, İtalya'daki ekonomik kriz nedeniyle insanlar artık dışarıda daha az zaman geçirmeye ve tasarrufa yöneldiklerinden  bahsetmişti.

İstanbul Kebabı nereye gitsek kesin görüyorduk. Konsolosluklardan sonra bağımsızlığı ilan edilmiş tek Türk toprakları olabilir. Ya da Yıldız Hafiye teşkilatı olmalıydı bunlar. :) Neyse saçmalamaya ara veriyorum. Dikkat edin Pakistanlı da çıkabilir. :)

Bari'deki güzel bir keşfin ardından havalimanına giderek sabah erken saatlerde kalkacak Roma uçağını beklemeye koyulduk. Karşı salonda ise gürültü çıkartan bir grup vardı, bir de ne olsa beğenirsiniz, İbrahim Tatlıses dinliyorlardı. Konuşalarını anlamayorduk ama Ortadoğulu olduğu kesindi. Vay arkadaş nasıl denk gelinir ki bilmiyorum...

Sabah oldu Roma'ya ulaştık. Çağatay ve ben, Roma'yı gezmek için aktarma süresi 12 saat ara olan uçuşu tercih etmiştik. Değerli dostum Serhat ile vedalaşarak, Roma'yı gezmek üzere ayrıldık. Roma yazımı ilerleyen günlerde bu linkten okuyabilirsiniz. (Link)


Evet 1 haftalık bir projeye katılmıştım ama benim için tarif edilemez deneyimler yaşamış, çok değerli bir dostum olan Serhat ile tanışmış, hayatımda bazı ilkleri yaşamaya fırsat bulmuştum. Tabi burada emeğini esirgemeyen IYACA ve Serdar abiye bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Her anını hatırlıyorum çünkü hem fazlaca kasıldığım zamanlar hem de fazlaca keyifli anlarım olmuştu. Kabuğu kırmanın etkisi olsa gerek. Bu proje bizim için unutulamayacak bir anı, bazı başlangıçların da ilk adımıydı.


Erdinç Yermez
10-17 Nisan 2015 - İtalya

Hiç yorum yok:

YASAL UYARI!

Telif Hakkı Erdinç Yermez'e aittir. İzin alınmadan ve kaynak gösterilmeden yapılan her türlü indirme, alıntılama, kopyalama gibi eylemde bulunanlar; kasten veya bilmeyerek alıntının aslını çarpıtanlar hakkında "5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu" gereğince yasal işlem başlatılacaktır.